Tuesday, December 14, 2010

Into the Wild - Trailer

"There are people in this world who go looking for adventure. Christopher McCandless was searching for himself."

Tuesday, November 30, 2010

Yağmur derin,yağmur görkemle düşüyor pencere pervazlarına. Kızgın öfke içinde buluşuyor beton bervazlarla. Hemen karşıda salkım söğütler soyundular bugün esen rüzgarla. Koca bir uğultuydu rüzgar, işitiyordum. Istanbulda kadıköy de esen rüzgarı andırıyordu. Ansızın baktım, üç salkım söğüt boğuşuyordu fırtınayla, vazgeçmişlerdi yapraklarından, rüzgar onları kurban edercesine savuruyordu havaya, esen yele, yerlere...ben gibiydi salkım sögüt. Feda etmişti kendisinden bir çok şeyi fırtınaya, buna mecburdu. Yoksa yaşatır mıydı rüzgar onu gelecek karda kışta. Çok mu ağırdı ince uzun yapraklar? Çok mu yük oluyorlardı kar bastırdığında? Koca gövde taşıyamıyor muydu ince uzun yapragı.Ne denilir, belki salkım sögüt olmak içindi feda edilenler...

Monday, September 13, 2010

NERDESİN HASRETLİK BESLEDİĞİM

NERDESİN

Birlikte yaratabilmek miydi?
Asıl olan.
Yoksa tekillik miydi senin için
Önemli olan.
Bugün çok başka şeyler düşledim oysa
Senle olmadan ama aslında seninle olmaktı niyetim.
Belki de başardım bilmiyorum,
Düşledim sadece, seni ve sensizliğini...
Yoktun rengârenk olmuş çınarların dallarında.
Ansızın bastıran yağmur muydun?
Yoksa damlaların eğimli yollarda yarattığı coşkun gülümsemelerde miydin?
Yok yok olamaz, bu kadar uzak olmamalısın bana
Nasıl anlatsam?
Düşündüklerimde miydin?
O kadar yakın olabilir misin?
Yazdığım satırlarda gizliyor olabilir miyim seni?
O kadar yakın mısın?
Belki de yazıya dökemediklerimdeydin.
Yooooo olmaz, olamaz.
O kadar uzak olamazsın bana.
Dile gelemeyecek kadar uzak mısın kalbime
Oysa elimde duran yeşilli kırmızılı sert elmanın
Damağımda bıraktıkları kadar yakınsın sanırdım.
Dallardan koparıp sepetlere koyduklarımdan değilsin.
Nerdesin öyleyse ey hasretlik beslediğim sevgili.
İçimde misin, yoksa aslında kayıp gittin de
Boşuna mı arıyorum seni.

Saturday, August 28, 2010

Sessizlik...

Silence is said to be good... well, sometimes... ama bu kadarı da biraz fazla değil mi ya? 2087, titre ve kendine gel ;) Haydi! Yazıları görelim...

Wednesday, June 9, 2010

Biyografi Belgeselleri

Bu aralar IC'deki biyografik belgesellere dadandım. Geçtiğimiz hafta iki Fidel Castro, iki Che belgeseli izledim. Castro'lardan bir tanesi History Channel tarafından yapılmış ve Amerika-centric bir belgeseldi. İşte Castro'yle birlikte Küba ne kadar kötü oldu; Castro kaba bir diktatör; Castro Küba'yı fahişe yuvasına çevirdi; Küba'da özgürlük yok, falan filan... Bildiğiniz ve tahmin edebileceğiniz türden şeyler. İkinci Castro belgeseli Oliver Stone tarafından çekilmiş. Bu da tam tersi bir belgeseldi. Castro ve Stone tabiri caizse enseye şaplak pozisyonunda bir belgesel çekmişler. Kanka gibiler yani. Belgesel boyunca Castro ofisinden dışarı çıkıyor, halkla kaynaşıyor, her gittiği yerde alkışlarla karşılanıyor, halk onu bağrına basıyor, çok seviyor. Castro ile Küba'nın gelişmişlik düzeyi arttı, dünyanın en iyi tıp okulları orada, falan filan...

Che belgeselleri (1, 2) de aynen böyleydi. Biri aleyhte propaganda yapan bir belgeseldi; diğeri ise leyhte. IC'nin bunları bilinçli olarak aldığını pek sanmıyorum, ama iyi tesadüf gelmiş işte. :)

Bir de Rosa Luxembourg'un bir filmini almıştım; ama ne yazık ki onu Almanca olduğu için izleyemedim. Filmin altyazısı yoktu ve internetten indirdiğim altyazıları da filme yükleyemedim. İçimde kaldı bu film. İleride inşallah izleme imkânım olur.

Bu hafta ise yine belgeseller/biyografiler aldım. İki adet Einstein, bir adet Gandhi ve bir adet Zizek. Einstein belgesellerinden bir tanesini izledim; çok dandikti. Einstein'in fikirlerine yönelik neredeyse hiçbir şey yoktu; sadece aşk hayatı, aman Einstein ne kadar zekiydi, üç yaşında tuvalete gitmeyi öğrenmişti, ondan önce her akşam yatağına yapardı, beş yaşındayken uzay gemisi yapmıştı falan filan türünden bir sürü abartı işte... He bir de, Einstein'in aşk hayatı... Einstein çok çapkındı, bir sürü kız arkadaşı oldu, ilk karısını terketti gitti vs. vs. Belgesel böyle işte. Bakalım ikinci belgesel nasıl çıkacak. Birşeye benzer inşallah.

Gandhi ise belgesel değildi, filmdi. Süperdi. Bence çok güzeldi. Filmi izledikten sonra, Gandhi hakkında bu zamana kadar hiç detaylı bir bilgi edinme sürecine girmemiş olduğuma hayıflandım, üzüldüm. Böyle bir insanı nasıl olup da bu zamana kadar es geçmişim, garip. İzlemediyseniz, size de tavsiye ederim.

Böyle işte arkadaşlar... Bu aralar biraz entel-dantel takılıyoruz... Hani normalde de zaten yaptığımız iş bu, ama artık film falan meselelerini de işimize alet etmeye başladık... Sonumuz pek hayırlı gözükmüyor. :)

Sunday, May 23, 2010

1 ay gecti..

Bu bir ayda: Bursa sampiyon oldu, Baykal istifa etti.. Texas garip bir egitim mufredatiyla ortaligi karistirdi.. Euro hastalandi, yataga dustu.. Azerbaycan'da Kur nehri yatagindan cikti, sel evleri basti, yaklasik 10.000 kisi evsiz kaldi.. bizim blog hala susuyor.. hayirdir?

Wednesday, April 14, 2010

İdeolojik Eğitimimizin Çıkmazları

Başkalarına da oluyor mu bilmiyorum ama benim bazen içimden bir şeyler beni yazmam için dürter. Şu an içinde bulunduğum ortama rağmen size yazıyorum. Aslında şu an dersteyim. Koca bir anfi de Müslüman Ortadoğu’nun yaratılması adlı bir dersin review session'ı yapılmakta. Dersin asistanı olarak bende gelmiş bulunuyorum. Aslında size iki şeyden bahsetmek istiyorum. Birincisi bu derste öğrendiklerim, ikincisi ise bugün ofisteyken Güney Afrikalı bir doktora öğrencisinin ofisime gelip Kuran sorması oldu.
Ofisinde Kuran'ın var mı sorusunun şokunu üzerimden atmadan ikinci bir şoku yaşadım. Ofisinde Kuran'ın var mı? Bu soru gerçekten sarstı beni. Beklemediğim bir soruydu. Seküler, Kemalist modernleşmeci ve belki de tek-tipçi zihniyetin bütün çabalarımıza rağmen, o politikanın zihinlerimizde yarattığı kalıpları yıkmaya, unutmaya ve belki de revize etmeye çalışmamıza rağmen pekte başarılı olamadığımızı acıyla fark ettim. Bu nasıl bir eğitimse, nasıl bir ideolojik eğitimden geçiriliyorsak izleri silinmiyor. Her an hayatımızın herhangi bir noktasında koca bir kayanın buzla kaplı bir nehre düştüğünde yarattığı koca deliğe benziyor. Sadece bir soruyla düştüğüm duygu karmaşasının zihnimde, benliğimde, kalbimde ve daha da önemlisi duygularımda yarattığı karmaşa...

Sizinle paylaşmak istediğim ikinci bir nokta başta da belirttiğim gibi Müslüman Orta Doğunun yapılışı adlı derste öğrendiklerim. Daha önce adını sanını duymadığımız, bize bahsedilmemiş, böyle bir dünyanın varlığından bir haber şekilde eğitilmişiz aslında Ne lisansta ne de yüksek lisanda İslam’ın tarihi yâda Dinler tarihi diye bir dersin eksikliği ve bunun neden olduğun cehaletim. Acınacak durumda olmak... Kemalist yâda Marksist fark etmez Türkiye'de aldığımız eğitimin ideolojik boyutu ve zihinlerimizi şekillendirişi korkunç boyutlarda. Daha başka dünyalara açılmak, farklı insanlar görmek, farklı perspektiflerle bakabilmek... Evet, ilk kez buraya geldiğim için mutluyum. Küçük bir kapitalist köy olmasına rağmen sanırım iyi yapmışımda gelmişim. Hem İstanbul’a beslediğim özlem daha değerli oluyor.

Saturday, February 27, 2010

Feyzullahtan fırçayı yedim, soluğu burada aldım

Herkese merhabalar,
Epeydir hiç yazamadım; işte bir üşengeçlik hastalığıdır, sarmış her bir yanımı... bir de tabi yazacak çok da bir şey yoktu bir süreliğine, bir nevi "işler kesattı".

su sıralar hayatımın degisik bir evresindeyim aslında, o yuzden yazmak lazim belki. bir kere 2010dan itibaren baslayan 30 yas korkumun son bir ay icinde yavas yavas ufalanıp toz oldugunu gordum. simdilerde 30 cok guzel bir yasmis duygusu icimde, caktirmadan etrafta dolanıyorum (30 oldugumu pek bilen de yok zaten). insan soyle bir durup dusunuce yıllar boyunca ne kadar cok sey ogrendigini farkediyor, ne kadar ve ne yonde degistigini, nelerden dersler cikardigini... ve tabi cok farkli baktigini bircok seye...

hayati su ana kadar fazla ciddiye alarak yasamis, ve her olaydan, her kişiden gerekirse ustune epeyce bir kafa yorarak muhakkak kendine dair, yasama dair bir seyler ogrenmeyi kafaya fazlasıyla koymus biri olarak geriye donup bu degisimleri, ogrenilenleri gormek guzel oldu. ama daha onemlisi, bir yandan tum bu tecrübeleri ve çıkarılan dersleri gözlemlerken, diğer yandan da artık hayatın o kadar da ciddiye alınılacak bir yanı olmadığını (belki de bu tecrübeler ışığında) öğrenmiş olmam. Çocukluğumdan beri çok düşünen, çok sorgulayan biri olarak artık düşüncelerden ziyade sezgilerin e duyguların biraz daha ön lana çıkması gerektiğini kavradığım bir döenmindeyim yaşamın. Geçen yaz girdiğiim ve yakın zamana dek de suren derin bunalımın (ki bazı bunalımlar çok güzel meyve verir ve bunlara "progressive depression" diyorum) hayatima düşürdügü meyvesi bu oldu galiba.

Feyzullah, sen bana cok rahat gorundugumu soylemistin, ya belki de rahat dedigin sey budur. İsin dogrusu, ben basvuru yapmama kararını hiç kolay almadım. Başvurularla GREyle debelnirken bir yandan da hep aklımın köşesinde olan aa bir türlü göza alamadığım şeydi bu. Çünkü çok fazla düşünerek ve benden beklenilenler (beklenildigini dusunduklerim) cercevesinde hareket ediyordum. İçimde hep bir şevksizlik vardı; başarı takıntım var şu akademiye dondum doneli, ve basvurmamak basarisizlikmis, yenilgiyi, korkuyu kabullenmekmis gibi geliyordu... ama diger yandan da bu o kadar baskin bir kaygiydi ki, gercekten ne yapmak istedigme odaklanamiyordum. Sonra bir anda karar verdim basvurmamaya. Ve durust olmak gerekirse bunun dogru karar olduguyla yuzlesmem de epey bir zaman aldı... su an icim rahat... cunku bir sey yapacaksamm (ve yapmak istedigim cok sey var) bunlarin icimden gelen seyler olmasini istiyorum. doktoradan once yapmam gereken baska eyler var, hem zihinsel hem duygusal olarak yapmam gereken profesyonel isler... cocuklarla calismak belki mesela... ya da suriyede bir sure kalip arapca ogrenmek... bunlari yapacagim ve belki sonra devam ederim yoluma... plan program yapmak guzel tabi, ama arada bir insanın farkli bir yola sapmasi kendisi icin daha iyi olabiliyor.

yarin sabah 7:15 vapuruyla diyarbakıra gidiyorum.
oradan da carsamba bitlise gecip bir 4 gun de orada bir koyde doktor olan bir arkadasimin yaninda kalacagim. araba kiralayip gezecegiz haftasonu.
sağlıcakla kalın,
opuyorum sizi,
z.

Navilerin Dünya Halleri - Hindistan

Saturday, February 20, 2010

Hayaller?

Merhaba Arkadaslar,

Ya bu Avatar mevzuu sarmadı, ya da artık kimse bu blogu - yani Yagub'dan baska kimse - takip etmiyor... Göreceğiz bakalım. :)

Şimdiki sorum şu: başkalarına saçma, uçuk-kaçık, gerçekçi olmayan gelecek/gelen, sizin de aslında bu hayatınızda asıl tercihiniz olarak seçmeyeceğiniz, ama yine de bir kereliğine de olsa, kısa bir süreliğine de olsa, yapmayı denemeyi istediğiniz hayalleriniz var mı? Varsa, bunlar nelerdir?

Paylaşımlarınızı bekliyoruz... Bakalım, ne hayallerimiz varmış. :)

Selamlar,
Feyzullah

Thursday, February 4, 2010

Avatar Beybi...

Avatar'ı izleyenlerden bir şey rica edeceğim... Şu filmle ilgili olarak, varsa, eleştirilerinizi lütfen yazabilir misiniz? Zira, okumayı çok isterim.

Ben filmi dün (4 Şubat 2010) izledim. İzlemeden önce de birkaç yerde (gazete, site, vs.) white man's burden, sömürgecilik, yine Amerika'lılar dünyayı kurtarıyor tarzında birkaç eleştiri okumuştum. Artık her Amerikan filminden sonra temcit pilavı gibi önümüze sürülen bu bayat eleştirilerden bıktım gerçekten. Yok mu şöyle adamakıllı eleştiri? Ya da şu sömürgecilik, beyaz adam yine herkesi kurtarıyor meselesini bana güzel bir şekilde anlatabilecek olan biri var mı? Sorun nedir yani? Ya da mesele çok basit de, ben mi çok aptalım da göremiyorum?

Şimdiden teşekkürler. :)

Monday, February 1, 2010

Steve Vai - "Lotus Feet"

Lotus Cicegimiz Zozan'a Steve Vai'den sevgilerle...