Friday, February 4, 2011
Come on, Put Your Hands Into the Fire!
Come on, come on
Put your hands into the fire
Explain, explain
As I turn I meet the power
This time, this time
Turning white and senses dire
Pull up, pull up
From one extreme to another
From the summer to the spring
From the mountain to the air
From Samaritan to sin
And its waiting on the air
Come on, come on
Put your hands into the fire
Explain, explain
As I turn I meet the power
This time, this time
Turning white and senses dire
Pull up, pull up
From one extreme to another
From the summer to the spring
From the mountain to the air
From Samaritan to sin
And its waiting on the air
Now I'm low I'm looking out, I'm looking in
Way down, the lights are dimmer
Now I'm low I'm looking out, I'm looking in
Way down, the lights are dimmer
Ooooh
Come on, come on
Put your hands into the fire
Come on, come on
Wednesday, January 26, 2011
Bugün Kanadalı öğrencilerimle ilk dersim vardı. Aslında bu gece demek daha doğru olur. Saat 8:45 de başlayıp 9:35 de öğrencilerden birinin "over" deyişiyle fark ettim, dersin bittiğini. İslam’ın 7.yy da Arap yarımadasında nasıl bir toplumsal atmosferden doğup filizlendiğini ve beraberinde sözleşme temelli bir toplumsal yapı meydana getirdiğini konuştuk. Keyifliydi, öğrendiklerimi öğrencilerle paylaşmak, okudukları birincil elden kaynakların, ki bunların en önemlisi Kuran'dan bazı surelerini Ortadoğu’yu hiç yaşamamış belki bir iki Amerikan filminde görmüş yâda Irak savaşıyla ilgili haberlerde duydukları coğrafyadan gelen biri eşliğinde oraları, geldiğim coğrafyayı konuşmak, anlatmak, sormak heyecan vericiydi benim için. Sınıfın ışıklarını kapatıp kapıyı çektiğimde kalbim coşku içindeydi.
Ne oldu bilmiyorum, dışarıda dize değin gelen kar ve hafif esen rüzgâr’ın esintisi güçlüydü aslında. Beni daha da coşturmasını bekliyordum içten içe. Ama yok değil, evdeyim, iki buz parçasının olduğu kadehe Baileys ve masaya üç küçük mum konuldu. Koyu kahverengi perdeler kenera çekildi. Karşı bahçedeki salkım söğüdün koca gövdesinin karlarla bezeli olan kısmı gece karanlığına rağmen seçilebiliyor. Hemen sağda ki binanın çatısında epeyce birikmiş olan kar sanki ansızın akacak gibi duruyor. Bahçenin bitiminde başlayan yoldan geçen araba seslerini engelleyen iki bölmeli penceremin beyaz rengi mum ışığının kızıllığıyla uçuşan kenarlı turuncu etek giymek isteyen yirmilik kadın gibi, şen ve şakrak.
Böyle zamanlarda hep olduğu gibi Ahmet Kaya çalıyor. Bizi hasret saracak bulutlar çıldıracak... Bugün itibariyle 5 ay 16 gün oldu İstanbul'un havasını solumuyorum. Hiç bu kadar uzun sürmemişti İstanbul’la hasretliğimiz. Fotoğraflar ve şarkılar yetmiyor bana, gidermiyor hasretliğimi. Uzun çok uzun günler var kendimi boğazın esen rüzgârına, dalgaların sesine bırakmaya, Üsküdar’dan Kabataş'a geçmeye çok var daha.Hayaller getirmez mi beni İstanbul’a, sizlere, dostlara, annemin kahvaltı sofrasına...
Biliyorum değişecek bir şeyler kavuştuğumda 2011'in İstanbul’una. Bir şeylerin ötesinde, güzel fırtınaların coşkusu saracak benliğimi. İstanbul bana hayatımın hediyesini verecek... O hediyeyi aldığımda sizler de yanımda olun.
Kingston, Kanada, 23:44
Ne oldu bilmiyorum, dışarıda dize değin gelen kar ve hafif esen rüzgâr’ın esintisi güçlüydü aslında. Beni daha da coşturmasını bekliyordum içten içe. Ama yok değil, evdeyim, iki buz parçasının olduğu kadehe Baileys ve masaya üç küçük mum konuldu. Koyu kahverengi perdeler kenera çekildi. Karşı bahçedeki salkım söğüdün koca gövdesinin karlarla bezeli olan kısmı gece karanlığına rağmen seçilebiliyor. Hemen sağda ki binanın çatısında epeyce birikmiş olan kar sanki ansızın akacak gibi duruyor. Bahçenin bitiminde başlayan yoldan geçen araba seslerini engelleyen iki bölmeli penceremin beyaz rengi mum ışığının kızıllığıyla uçuşan kenarlı turuncu etek giymek isteyen yirmilik kadın gibi, şen ve şakrak.
Böyle zamanlarda hep olduğu gibi Ahmet Kaya çalıyor. Bizi hasret saracak bulutlar çıldıracak... Bugün itibariyle 5 ay 16 gün oldu İstanbul'un havasını solumuyorum. Hiç bu kadar uzun sürmemişti İstanbul’la hasretliğimiz. Fotoğraflar ve şarkılar yetmiyor bana, gidermiyor hasretliğimi. Uzun çok uzun günler var kendimi boğazın esen rüzgârına, dalgaların sesine bırakmaya, Üsküdar’dan Kabataş'a geçmeye çok var daha.Hayaller getirmez mi beni İstanbul’a, sizlere, dostlara, annemin kahvaltı sofrasına...
Biliyorum değişecek bir şeyler kavuştuğumda 2011'in İstanbul’una. Bir şeylerin ötesinde, güzel fırtınaların coşkusu saracak benliğimi. İstanbul bana hayatımın hediyesini verecek... O hediyeyi aldığımda sizler de yanımda olun.
Kingston, Kanada, 23:44
Tuesday, December 14, 2010
Into the Wild - Trailer
"There are people in this world who go looking for adventure. Christopher McCandless was searching for himself."
Tuesday, November 30, 2010
Yağmur derin,yağmur görkemle düşüyor pencere pervazlarına. Kızgın öfke içinde buluşuyor beton bervazlarla. Hemen karşıda salkım söğütler soyundular bugün esen rüzgarla. Koca bir uğultuydu rüzgar, işitiyordum. Istanbulda kadıköy de esen rüzgarı andırıyordu. Ansızın baktım, üç salkım söğüt boğuşuyordu fırtınayla, vazgeçmişlerdi yapraklarından, rüzgar onları kurban edercesine savuruyordu havaya, esen yele, yerlere...ben gibiydi salkım sögüt. Feda etmişti kendisinden bir çok şeyi fırtınaya, buna mecburdu. Yoksa yaşatır mıydı rüzgar onu gelecek karda kışta. Çok mu ağırdı ince uzun yapraklar? Çok mu yük oluyorlardı kar bastırdığında? Koca gövde taşıyamıyor muydu ince uzun yapragı.Ne denilir, belki salkım sögüt olmak içindi feda edilenler...
Monday, September 13, 2010
NERDESİN HASRETLİK BESLEDİĞİM
NERDESİN
Birlikte yaratabilmek miydi?
Asıl olan.
Yoksa tekillik miydi senin için
Önemli olan.
Bugün çok başka şeyler düşledim oysa
Senle olmadan ama aslında seninle olmaktı niyetim.
Belki de başardım bilmiyorum,
Düşledim sadece, seni ve sensizliğini...
Yoktun rengârenk olmuş çınarların dallarında.
Ansızın bastıran yağmur muydun?
Yoksa damlaların eğimli yollarda yarattığı coşkun gülümsemelerde miydin?
Yok yok olamaz, bu kadar uzak olmamalısın bana
Nasıl anlatsam?
Düşündüklerimde miydin?
O kadar yakın olabilir misin?
Yazdığım satırlarda gizliyor olabilir miyim seni?
O kadar yakın mısın?
Belki de yazıya dökemediklerimdeydin.
Yooooo olmaz, olamaz.
O kadar uzak olamazsın bana.
Dile gelemeyecek kadar uzak mısın kalbime
Oysa elimde duran yeşilli kırmızılı sert elmanın
Damağımda bıraktıkları kadar yakınsın sanırdım.
Dallardan koparıp sepetlere koyduklarımdan değilsin.
Nerdesin öyleyse ey hasretlik beslediğim sevgili.
İçimde misin, yoksa aslında kayıp gittin de
Boşuna mı arıyorum seni.
Birlikte yaratabilmek miydi?
Asıl olan.
Yoksa tekillik miydi senin için
Önemli olan.
Bugün çok başka şeyler düşledim oysa
Senle olmadan ama aslında seninle olmaktı niyetim.
Belki de başardım bilmiyorum,
Düşledim sadece, seni ve sensizliğini...
Yoktun rengârenk olmuş çınarların dallarında.
Ansızın bastıran yağmur muydun?
Yoksa damlaların eğimli yollarda yarattığı coşkun gülümsemelerde miydin?
Yok yok olamaz, bu kadar uzak olmamalısın bana
Nasıl anlatsam?
Düşündüklerimde miydin?
O kadar yakın olabilir misin?
Yazdığım satırlarda gizliyor olabilir miyim seni?
O kadar yakın mısın?
Belki de yazıya dökemediklerimdeydin.
Yooooo olmaz, olamaz.
O kadar uzak olamazsın bana.
Dile gelemeyecek kadar uzak mısın kalbime
Oysa elimde duran yeşilli kırmızılı sert elmanın
Damağımda bıraktıkları kadar yakınsın sanırdım.
Dallardan koparıp sepetlere koyduklarımdan değilsin.
Nerdesin öyleyse ey hasretlik beslediğim sevgili.
İçimde misin, yoksa aslında kayıp gittin de
Boşuna mı arıyorum seni.
Saturday, August 28, 2010
Sessizlik...
Silence is said to be good... well, sometimes... ama bu kadarı da biraz fazla değil mi ya? 2087, titre ve kendine gel ;) Haydi! Yazıları görelim...
Wednesday, June 9, 2010
Biyografi Belgeselleri
Bu aralar IC'deki biyografik belgesellere dadandım. Geçtiğimiz hafta iki Fidel Castro, iki Che belgeseli izledim. Castro'lardan bir tanesi History Channel tarafından yapılmış ve Amerika-centric bir belgeseldi. İşte Castro'yle birlikte Küba ne kadar kötü oldu; Castro kaba bir diktatör; Castro Küba'yı fahişe yuvasına çevirdi; Küba'da özgürlük yok, falan filan... Bildiğiniz ve tahmin edebileceğiniz türden şeyler. İkinci Castro belgeseli Oliver Stone tarafından çekilmiş. Bu da tam tersi bir belgeseldi. Castro ve Stone tabiri caizse enseye şaplak pozisyonunda bir belgesel çekmişler. Kanka gibiler yani. Belgesel boyunca Castro ofisinden dışarı çıkıyor, halkla kaynaşıyor, her gittiği yerde alkışlarla karşılanıyor, halk onu bağrına basıyor, çok seviyor. Castro ile Küba'nın gelişmişlik düzeyi arttı, dünyanın en iyi tıp okulları orada, falan filan...
Che belgeselleri (1, 2) de aynen böyleydi. Biri aleyhte propaganda yapan bir belgeseldi; diğeri ise leyhte. IC'nin bunları bilinçli olarak aldığını pek sanmıyorum, ama iyi tesadüf gelmiş işte. :)
Bir de Rosa Luxembourg'un bir filmini almıştım; ama ne yazık ki onu Almanca olduğu için izleyemedim. Filmin altyazısı yoktu ve internetten indirdiğim altyazıları da filme yükleyemedim. İçimde kaldı bu film. İleride inşallah izleme imkânım olur.
Bu hafta ise yine belgeseller/biyografiler aldım. İki adet Einstein, bir adet Gandhi ve bir adet Zizek. Einstein belgesellerinden bir tanesini izledim; çok dandikti. Einstein'in fikirlerine yönelik neredeyse hiçbir şey yoktu; sadece aşk hayatı, aman Einstein ne kadar zekiydi, üç yaşında tuvalete gitmeyi öğrenmişti, ondan önce her akşam yatağına yapardı, beş yaşındayken uzay gemisi yapmıştı falan filan türünden bir sürü abartı işte... He bir de, Einstein'in aşk hayatı... Einstein çok çapkındı, bir sürü kız arkadaşı oldu, ilk karısını terketti gitti vs. vs. Belgesel böyle işte. Bakalım ikinci belgesel nasıl çıkacak. Birşeye benzer inşallah.
Gandhi ise belgesel değildi, filmdi. Süperdi. Bence çok güzeldi. Filmi izledikten sonra, Gandhi hakkında bu zamana kadar hiç detaylı bir bilgi edinme sürecine girmemiş olduğuma hayıflandım, üzüldüm. Böyle bir insanı nasıl olup da bu zamana kadar es geçmişim, garip. İzlemediyseniz, size de tavsiye ederim.
Böyle işte arkadaşlar... Bu aralar biraz entel-dantel takılıyoruz... Hani normalde de zaten yaptığımız iş bu, ama artık film falan meselelerini de işimize alet etmeye başladık... Sonumuz pek hayırlı gözükmüyor. :)
Che belgeselleri (1, 2) de aynen böyleydi. Biri aleyhte propaganda yapan bir belgeseldi; diğeri ise leyhte. IC'nin bunları bilinçli olarak aldığını pek sanmıyorum, ama iyi tesadüf gelmiş işte. :)
Bir de Rosa Luxembourg'un bir filmini almıştım; ama ne yazık ki onu Almanca olduğu için izleyemedim. Filmin altyazısı yoktu ve internetten indirdiğim altyazıları da filme yükleyemedim. İçimde kaldı bu film. İleride inşallah izleme imkânım olur.
Bu hafta ise yine belgeseller/biyografiler aldım. İki adet Einstein, bir adet Gandhi ve bir adet Zizek. Einstein belgesellerinden bir tanesini izledim; çok dandikti. Einstein'in fikirlerine yönelik neredeyse hiçbir şey yoktu; sadece aşk hayatı, aman Einstein ne kadar zekiydi, üç yaşında tuvalete gitmeyi öğrenmişti, ondan önce her akşam yatağına yapardı, beş yaşındayken uzay gemisi yapmıştı falan filan türünden bir sürü abartı işte... He bir de, Einstein'in aşk hayatı... Einstein çok çapkındı, bir sürü kız arkadaşı oldu, ilk karısını terketti gitti vs. vs. Belgesel böyle işte. Bakalım ikinci belgesel nasıl çıkacak. Birşeye benzer inşallah.
Gandhi ise belgesel değildi, filmdi. Süperdi. Bence çok güzeldi. Filmi izledikten sonra, Gandhi hakkında bu zamana kadar hiç detaylı bir bilgi edinme sürecine girmemiş olduğuma hayıflandım, üzüldüm. Böyle bir insanı nasıl olup da bu zamana kadar es geçmişim, garip. İzlemediyseniz, size de tavsiye ederim.
Böyle işte arkadaşlar... Bu aralar biraz entel-dantel takılıyoruz... Hani normalde de zaten yaptığımız iş bu, ama artık film falan meselelerini de işimize alet etmeye başladık... Sonumuz pek hayırlı gözükmüyor. :)
Sunday, May 23, 2010
1 ay gecti..
Bu bir ayda: Bursa sampiyon oldu, Baykal istifa etti.. Texas garip bir egitim mufredatiyla ortaligi karistirdi.. Euro hastalandi, yataga dustu.. Azerbaycan'da Kur nehri yatagindan cikti, sel evleri basti, yaklasik 10.000 kisi evsiz kaldi.. bizim blog hala susuyor.. hayirdir?
Wednesday, April 14, 2010
İdeolojik Eğitimimizin Çıkmazları
Başkalarına da oluyor mu bilmiyorum ama benim bazen içimden bir şeyler beni yazmam için dürter. Şu an içinde bulunduğum ortama rağmen size yazıyorum. Aslında şu an dersteyim. Koca bir anfi de Müslüman Ortadoğu’nun yaratılması adlı bir dersin review session'ı yapılmakta. Dersin asistanı olarak bende gelmiş bulunuyorum. Aslında size iki şeyden bahsetmek istiyorum. Birincisi bu derste öğrendiklerim, ikincisi ise bugün ofisteyken Güney Afrikalı bir doktora öğrencisinin ofisime gelip Kuran sorması oldu.
Ofisinde Kuran'ın var mı sorusunun şokunu üzerimden atmadan ikinci bir şoku yaşadım. Ofisinde Kuran'ın var mı? Bu soru gerçekten sarstı beni. Beklemediğim bir soruydu. Seküler, Kemalist modernleşmeci ve belki de tek-tipçi zihniyetin bütün çabalarımıza rağmen, o politikanın zihinlerimizde yarattığı kalıpları yıkmaya, unutmaya ve belki de revize etmeye çalışmamıza rağmen pekte başarılı olamadığımızı acıyla fark ettim. Bu nasıl bir eğitimse, nasıl bir ideolojik eğitimden geçiriliyorsak izleri silinmiyor. Her an hayatımızın herhangi bir noktasında koca bir kayanın buzla kaplı bir nehre düştüğünde yarattığı koca deliğe benziyor. Sadece bir soruyla düştüğüm duygu karmaşasının zihnimde, benliğimde, kalbimde ve daha da önemlisi duygularımda yarattığı karmaşa...
Sizinle paylaşmak istediğim ikinci bir nokta başta da belirttiğim gibi Müslüman Orta Doğunun yapılışı adlı derste öğrendiklerim. Daha önce adını sanını duymadığımız, bize bahsedilmemiş, böyle bir dünyanın varlığından bir haber şekilde eğitilmişiz aslında Ne lisansta ne de yüksek lisanda İslam’ın tarihi yâda Dinler tarihi diye bir dersin eksikliği ve bunun neden olduğun cehaletim. Acınacak durumda olmak... Kemalist yâda Marksist fark etmez Türkiye'de aldığımız eğitimin ideolojik boyutu ve zihinlerimizi şekillendirişi korkunç boyutlarda. Daha başka dünyalara açılmak, farklı insanlar görmek, farklı perspektiflerle bakabilmek... Evet, ilk kez buraya geldiğim için mutluyum. Küçük bir kapitalist köy olmasına rağmen sanırım iyi yapmışımda gelmişim. Hem İstanbul’a beslediğim özlem daha değerli oluyor.
Ofisinde Kuran'ın var mı sorusunun şokunu üzerimden atmadan ikinci bir şoku yaşadım. Ofisinde Kuran'ın var mı? Bu soru gerçekten sarstı beni. Beklemediğim bir soruydu. Seküler, Kemalist modernleşmeci ve belki de tek-tipçi zihniyetin bütün çabalarımıza rağmen, o politikanın zihinlerimizde yarattığı kalıpları yıkmaya, unutmaya ve belki de revize etmeye çalışmamıza rağmen pekte başarılı olamadığımızı acıyla fark ettim. Bu nasıl bir eğitimse, nasıl bir ideolojik eğitimden geçiriliyorsak izleri silinmiyor. Her an hayatımızın herhangi bir noktasında koca bir kayanın buzla kaplı bir nehre düştüğünde yarattığı koca deliğe benziyor. Sadece bir soruyla düştüğüm duygu karmaşasının zihnimde, benliğimde, kalbimde ve daha da önemlisi duygularımda yarattığı karmaşa...
Sizinle paylaşmak istediğim ikinci bir nokta başta da belirttiğim gibi Müslüman Orta Doğunun yapılışı adlı derste öğrendiklerim. Daha önce adını sanını duymadığımız, bize bahsedilmemiş, böyle bir dünyanın varlığından bir haber şekilde eğitilmişiz aslında Ne lisansta ne de yüksek lisanda İslam’ın tarihi yâda Dinler tarihi diye bir dersin eksikliği ve bunun neden olduğun cehaletim. Acınacak durumda olmak... Kemalist yâda Marksist fark etmez Türkiye'de aldığımız eğitimin ideolojik boyutu ve zihinlerimizi şekillendirişi korkunç boyutlarda. Daha başka dünyalara açılmak, farklı insanlar görmek, farklı perspektiflerle bakabilmek... Evet, ilk kez buraya geldiğim için mutluyum. Küçük bir kapitalist köy olmasına rağmen sanırım iyi yapmışımda gelmişim. Hem İstanbul’a beslediğim özlem daha değerli oluyor.
Saturday, February 27, 2010
Feyzullahtan fırçayı yedim, soluğu burada aldım
Herkese merhabalar,
Epeydir hiç yazamadım; işte bir üşengeçlik hastalığıdır, sarmış her bir yanımı... bir de tabi yazacak çok da bir şey yoktu bir süreliğine, bir nevi "işler kesattı".
su sıralar hayatımın degisik bir evresindeyim aslında, o yuzden yazmak lazim belki. bir kere 2010dan itibaren baslayan 30 yas korkumun son bir ay icinde yavas yavas ufalanıp toz oldugunu gordum. simdilerde 30 cok guzel bir yasmis duygusu icimde, caktirmadan etrafta dolanıyorum (30 oldugumu pek bilen de yok zaten). insan soyle bir durup dusunuce yıllar boyunca ne kadar cok sey ogrendigini farkediyor, ne kadar ve ne yonde degistigini, nelerden dersler cikardigini... ve tabi cok farkli baktigini bircok seye...
hayati su ana kadar fazla ciddiye alarak yasamis, ve her olaydan, her kişiden gerekirse ustune epeyce bir kafa yorarak muhakkak kendine dair, yasama dair bir seyler ogrenmeyi kafaya fazlasıyla koymus biri olarak geriye donup bu degisimleri, ogrenilenleri gormek guzel oldu. ama daha onemlisi, bir yandan tum bu tecrübeleri ve çıkarılan dersleri gözlemlerken, diğer yandan da artık hayatın o kadar da ciddiye alınılacak bir yanı olmadığını (belki de bu tecrübeler ışığında) öğrenmiş olmam. Çocukluğumdan beri çok düşünen, çok sorgulayan biri olarak artık düşüncelerden ziyade sezgilerin e duyguların biraz daha ön lana çıkması gerektiğini kavradığım bir döenmindeyim yaşamın. Geçen yaz girdiğiim ve yakın zamana dek de suren derin bunalımın (ki bazı bunalımlar çok güzel meyve verir ve bunlara "progressive depression" diyorum) hayatima düşürdügü meyvesi bu oldu galiba.
Feyzullah, sen bana cok rahat gorundugumu soylemistin, ya belki de rahat dedigin sey budur. İsin dogrusu, ben basvuru yapmama kararını hiç kolay almadım. Başvurularla GREyle debelnirken bir yandan da hep aklımın köşesinde olan aa bir türlü göza alamadığım şeydi bu. Çünkü çok fazla düşünerek ve benden beklenilenler (beklenildigini dusunduklerim) cercevesinde hareket ediyordum. İçimde hep bir şevksizlik vardı; başarı takıntım var şu akademiye dondum doneli, ve basvurmamak basarisizlikmis, yenilgiyi, korkuyu kabullenmekmis gibi geliyordu... ama diger yandan da bu o kadar baskin bir kaygiydi ki, gercekten ne yapmak istedigme odaklanamiyordum. Sonra bir anda karar verdim basvurmamaya. Ve durust olmak gerekirse bunun dogru karar olduguyla yuzlesmem de epey bir zaman aldı... su an icim rahat... cunku bir sey yapacaksamm (ve yapmak istedigim cok sey var) bunlarin icimden gelen seyler olmasini istiyorum. doktoradan once yapmam gereken baska eyler var, hem zihinsel hem duygusal olarak yapmam gereken profesyonel isler... cocuklarla calismak belki mesela... ya da suriyede bir sure kalip arapca ogrenmek... bunlari yapacagim ve belki sonra devam ederim yoluma... plan program yapmak guzel tabi, ama arada bir insanın farkli bir yola sapmasi kendisi icin daha iyi olabiliyor.
yarin sabah 7:15 vapuruyla diyarbakıra gidiyorum.
oradan da carsamba bitlise gecip bir 4 gun de orada bir koyde doktor olan bir arkadasimin yaninda kalacagim. araba kiralayip gezecegiz haftasonu.
sağlıcakla kalın,
opuyorum sizi,
z.
Epeydir hiç yazamadım; işte bir üşengeçlik hastalığıdır, sarmış her bir yanımı... bir de tabi yazacak çok da bir şey yoktu bir süreliğine, bir nevi "işler kesattı".
su sıralar hayatımın degisik bir evresindeyim aslında, o yuzden yazmak lazim belki. bir kere 2010dan itibaren baslayan 30 yas korkumun son bir ay icinde yavas yavas ufalanıp toz oldugunu gordum. simdilerde 30 cok guzel bir yasmis duygusu icimde, caktirmadan etrafta dolanıyorum (30 oldugumu pek bilen de yok zaten). insan soyle bir durup dusunuce yıllar boyunca ne kadar cok sey ogrendigini farkediyor, ne kadar ve ne yonde degistigini, nelerden dersler cikardigini... ve tabi cok farkli baktigini bircok seye...
hayati su ana kadar fazla ciddiye alarak yasamis, ve her olaydan, her kişiden gerekirse ustune epeyce bir kafa yorarak muhakkak kendine dair, yasama dair bir seyler ogrenmeyi kafaya fazlasıyla koymus biri olarak geriye donup bu degisimleri, ogrenilenleri gormek guzel oldu. ama daha onemlisi, bir yandan tum bu tecrübeleri ve çıkarılan dersleri gözlemlerken, diğer yandan da artık hayatın o kadar da ciddiye alınılacak bir yanı olmadığını (belki de bu tecrübeler ışığında) öğrenmiş olmam. Çocukluğumdan beri çok düşünen, çok sorgulayan biri olarak artık düşüncelerden ziyade sezgilerin e duyguların biraz daha ön lana çıkması gerektiğini kavradığım bir döenmindeyim yaşamın. Geçen yaz girdiğiim ve yakın zamana dek de suren derin bunalımın (ki bazı bunalımlar çok güzel meyve verir ve bunlara "progressive depression" diyorum) hayatima düşürdügü meyvesi bu oldu galiba.
Feyzullah, sen bana cok rahat gorundugumu soylemistin, ya belki de rahat dedigin sey budur. İsin dogrusu, ben basvuru yapmama kararını hiç kolay almadım. Başvurularla GREyle debelnirken bir yandan da hep aklımın köşesinde olan aa bir türlü göza alamadığım şeydi bu. Çünkü çok fazla düşünerek ve benden beklenilenler (beklenildigini dusunduklerim) cercevesinde hareket ediyordum. İçimde hep bir şevksizlik vardı; başarı takıntım var şu akademiye dondum doneli, ve basvurmamak basarisizlikmis, yenilgiyi, korkuyu kabullenmekmis gibi geliyordu... ama diger yandan da bu o kadar baskin bir kaygiydi ki, gercekten ne yapmak istedigme odaklanamiyordum. Sonra bir anda karar verdim basvurmamaya. Ve durust olmak gerekirse bunun dogru karar olduguyla yuzlesmem de epey bir zaman aldı... su an icim rahat... cunku bir sey yapacaksamm (ve yapmak istedigim cok sey var) bunlarin icimden gelen seyler olmasini istiyorum. doktoradan once yapmam gereken baska eyler var, hem zihinsel hem duygusal olarak yapmam gereken profesyonel isler... cocuklarla calismak belki mesela... ya da suriyede bir sure kalip arapca ogrenmek... bunlari yapacagim ve belki sonra devam ederim yoluma... plan program yapmak guzel tabi, ama arada bir insanın farkli bir yola sapmasi kendisi icin daha iyi olabiliyor.
yarin sabah 7:15 vapuruyla diyarbakıra gidiyorum.
oradan da carsamba bitlise gecip bir 4 gun de orada bir koyde doktor olan bir arkadasimin yaninda kalacagim. araba kiralayip gezecegiz haftasonu.
sağlıcakla kalın,
opuyorum sizi,
z.
Saturday, February 20, 2010
Hayaller?
Merhaba Arkadaslar,
Ya bu Avatar mevzuu sarmadı, ya da artık kimse bu blogu - yani Yagub'dan baska kimse - takip etmiyor... Göreceğiz bakalım. :)
Şimdiki sorum şu: başkalarına saçma, uçuk-kaçık, gerçekçi olmayan gelecek/gelen, sizin de aslında bu hayatınızda asıl tercihiniz olarak seçmeyeceğiniz, ama yine de bir kereliğine de olsa, kısa bir süreliğine de olsa, yapmayı denemeyi istediğiniz hayalleriniz var mı? Varsa, bunlar nelerdir?
Paylaşımlarınızı bekliyoruz... Bakalım, ne hayallerimiz varmış. :)
Selamlar,
Feyzullah
Ya bu Avatar mevzuu sarmadı, ya da artık kimse bu blogu - yani Yagub'dan baska kimse - takip etmiyor... Göreceğiz bakalım. :)
Şimdiki sorum şu: başkalarına saçma, uçuk-kaçık, gerçekçi olmayan gelecek/gelen, sizin de aslında bu hayatınızda asıl tercihiniz olarak seçmeyeceğiniz, ama yine de bir kereliğine de olsa, kısa bir süreliğine de olsa, yapmayı denemeyi istediğiniz hayalleriniz var mı? Varsa, bunlar nelerdir?
Paylaşımlarınızı bekliyoruz... Bakalım, ne hayallerimiz varmış. :)
Selamlar,
Feyzullah
Thursday, February 4, 2010
Avatar Beybi...
Avatar'ı izleyenlerden bir şey rica edeceğim... Şu filmle ilgili olarak, varsa, eleştirilerinizi lütfen yazabilir misiniz? Zira, okumayı çok isterim.
Ben filmi dün (4 Şubat 2010) izledim. İzlemeden önce de birkaç yerde (gazete, site, vs.) white man's burden, sömürgecilik, yine Amerika'lılar dünyayı kurtarıyor tarzında birkaç eleştiri okumuştum. Artık her Amerikan filminden sonra temcit pilavı gibi önümüze sürülen bu bayat eleştirilerden bıktım gerçekten. Yok mu şöyle adamakıllı eleştiri? Ya da şu sömürgecilik, beyaz adam yine herkesi kurtarıyor meselesini bana güzel bir şekilde anlatabilecek olan biri var mı? Sorun nedir yani? Ya da mesele çok basit de, ben mi çok aptalım da göremiyorum?
Şimdiden teşekkürler. :)
Ben filmi dün (4 Şubat 2010) izledim. İzlemeden önce de birkaç yerde (gazete, site, vs.) white man's burden, sömürgecilik, yine Amerika'lılar dünyayı kurtarıyor tarzında birkaç eleştiri okumuştum. Artık her Amerikan filminden sonra temcit pilavı gibi önümüze sürülen bu bayat eleştirilerden bıktım gerçekten. Yok mu şöyle adamakıllı eleştiri? Ya da şu sömürgecilik, beyaz adam yine herkesi kurtarıyor meselesini bana güzel bir şekilde anlatabilecek olan biri var mı? Sorun nedir yani? Ya da mesele çok basit de, ben mi çok aptalım da göremiyorum?
Şimdiden teşekkürler. :)
Monday, February 1, 2010
Friday, November 20, 2009
Herkese selam,
Bir şehir görebilmenin heyecanıyla yazıyorum size. Şu an yoldayım Kigston'dan Montreal'a gidiyorum. Üç ay aradan sonra kalabalık bir yer görebileceğim, bir sürü insan, belki panik, belki bir yere yetişme telaşında yahut benim gibi avare avere şehrin sokaklarında dolaşan tipler olacak. Fransızca işitecek kulaklarım, biraz tebesüm, biraz heyecan, birazda burukluk kaplayacak bedenimi. Anlamadığın bir dilin beyinde ve duygularda tetiklediği kıskanma halleri...
Sonra gece, biraz daha uzun bir yolculuk olacak, Yılmaz Erdoğanın dediği gibi bir ülkeden bir iç ülkeye gitmiyorum, ama yine de pasaportum kontrol edilecek, belki bir kanadalıya sormayackları soruları bana soracaklar, ait olduğum ortadoğu kültüründen ötürü soracaklar da soracaklar. Neyse ama ben her şeye razıyım. Yolculuğun sonuna Melise sarılabilmek, Türk kahvesinin kokusunu duymak, küçük bir iki dedikodu yapacağımızı hatırlamak yetecektir bütün bu koğuşturmayı unutmak yada beynin arka bölmelerine, kullanılmayan, unutulmak istenen şeylerin biriktirildiği bodrumlarına atmak için. İçimdeki heyecanı gerçekten anlatamam. Belki okuduğunuzda hadi ordan diyeceksiniz o kadar da değil, ama gerçekten öyle bir duygu kaplamış içimi...
Monteal'de geçireceğim 10 saatim var, şehirde dolaşmak, belki biraz alışveriş, sonra akşam bir puba girip bir bira içmek, keyiflenmek, belki sinemaya gitmek bilmiyorum henüz netleşmiş değil, bakalım artık kısmetimizde ne olacak...
Tuesday, November 17, 2009
turkce karaktersiz dunyalar
sanirim edebi takiliyoruz bu blog sayfasinda, bu seferlik affedin =)
sizlerle iletisebilmek iyi geldi ama.
hepinize sevgiler!
n.
sizlerle iletisebilmek iyi geldi ama.
hepinize sevgiler!
n.
Sunday, November 15, 2009
Cuma gününden beri kurduğum cümle sayının kısıtlılığını düşündüm az önce. Ne küçük bir hayatımız olmaya başlamış. Daha büyük diyarlara açıldıkça küçülen dünyalarımız, hani şarkının birinde der ya Ahmet Kaya "bu ilişkiler, bu zaaflar seni yiyip bitirir, santim santim çürür dirhem dirhem azalırsın" belki bu durumdayım, yada daha trajik halde. Neyse sadece bunu yazmak istedim size. biriyle konuşmayı, paylaşmayı, belki de sarılmayı gerçekleştiremediğim için size yazıyorum, yalnızlığı paylaşma duygusuyla....
Tuesday, November 10, 2009
Evimizin yeni uyesi
Bu gordugunuz evimizin en yeni uyesi Miro. Kendisi 15 Kasim'da iki aylik olacak, bir pug ve beagle karisimi. Sanirim biraz sikintimizdan, biraz depresyonumuzu gecirecegini umdugumuzdan ev arkadasimla boyle birseye giristik ve cok dusunmedik (kendisi az olmakla beraber iki saatte bir tuvaletini yapmakta!) ama sirinligiyle unutturuyor!
Bugun havaalaninda uzun ugraslardan sonra kargo alanini bulup, kopegimizi karsiladik. Ilk basta biraz korkuyordu, sanirim 6 saatlik bir ucak yolculugundan yeni gelmisti zaten.Ama sonra yavas yavas alisti ve cidden tahminimizden daha kucuk. Bakalim, kardeslerinden annesinden ayrildi...kafasini kaldirinca gulumsuyor gibi ama asagi indirince yasli adam surati gibi, birazcik Benjamin Buttonimsi.
Bugun havaalaninda uzun ugraslardan sonra kargo alanini bulup, kopegimizi karsiladik. Ilk basta biraz korkuyordu, sanirim 6 saatlik bir ucak yolculugundan yeni gelmisti zaten.Ama sonra yavas yavas alisti ve cidden tahminimizden daha kucuk. Bakalim, kardeslerinden annesinden ayrildi...kafasini kaldirinca gulumsuyor gibi ama asagi indirince yasli adam surati gibi, birazcik Benjamin Buttonimsi.
Sunday, November 8, 2009
Muhabbet Tohumuyken Yeşerip Aşk Meyvesi Sunan Bir Ağaç Olabilmek...
Bugün uzun zamandır arayıp da bulamadığım bir melodiyi bulunca dinlemeye koyuldum. Saatlerdir çalıyor ve beni anılardan anılara sürüklüyor gecenin (veya sabahın) 3’ü olmasına rağmen. Üstüne bir de Zozan’ın yazısı eklenince, iyice doldum ve bu vesileyle yazmaya başladım…
Altı sene önce bavulumu alıp İstanbul otobüsüne binmemi, sınırda kuyrukta saatler süren heyecanlı bekleyişi, İstanbul’a gidişimi (“gelişimi” yazmayı ne çok isterdim) ve ilk gün Cevizlibağ’da evinde kaldığım arkadaşın 17. kattaki evinin camından İstanbul’u izleyişimi hiç unutamıyorum. 17 sene sonra ailemden ve memleketimden uzakta, gurbet elde ilk kez yalnız başınaydım ve o an İstanbul beni yutacakmış gibi olmuştu. Bizim evde balkona çıkınca karşıda dağlar görünür; küçük bir yer, ufkun dağlarla sınırlıdır. İstanbul’u izlerken göz alasıya uzayan, ta ufuk çizgisine kadar devam eden ve bitmek bilmeyen bir hareketliliğin içinde olduğumu hissetmiş, korkmuş, ürkmüştüm. Çaresizlik girdabındaymışım gibime gelmişti ve gözlerim dolmuştu… Bugün annem ilk kez bana gidişimin onu nasıl etkilediğini anlattı. Anlatırken bir anda sesi titredi ve gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. “Sen daha çocuktun be, aldın bavulunu gittin gurbet ele. Elimde olsaydı, bırakır mıydım hiç? Sensizliğin acısını gömdüm içime senelerdir.” dedi ve altı sene önceki çaresizlik içinde İstanbul’u seyredişimi hatırlattı bana…
Zozan’ın yazısını okuyunca aklıma Yılmaz Erdoğan’ın Yaşayabilme İhtimali şiiri geldi. “Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan” diyor şiirde. Kendisi her neyi kastetmişse de, bu bana hep hayatımın yukarıda bahsettiğim dönemini çok güzel bir şekilde özetlenmiş hali gibi geliyor. Belki de herkesin çocuk olmaktan vazgeçtiği, vazgeçmek zorunda kaldığı an vardır ve unutmaz o anı hiçbir zaman; araya yıllar girse bile… Evet, çocuk olmaktan vazgeçtik, mecburduk çünkü. Hayallerimiz vardı, hiç de küçük olmayan hayaller. Onları gerçekleştirmek için kabuğu kırmak zorundaydık. Çocuk olmaktan vazgeçtik ama büyümek ve olgunlaşmak hiç de öyle kolay değilmiş, hiçbir zaman da olmadı zaten. Bir sürü şeyle karşılaşıyor insan; her biri bir tokat gibi değip insanı sağa sola savursa da, olgunlaşmasına, yere sağlam basmasına ve böylece hayallerine adım adım yaklaşmasına yardımcı oluyor nitekim… Ne çok düştük, ne çok üzüldük, ne çok hayal kırıklığına uğradık ve ne çok çaresizlik içinde kıvrandık. Ama her seferinde kalkmasını da bildik, yaralarımızı sarmayı öğrendik, “çaresizseniz, çare sizsiniz” lafının özünü yaşadık defalarca. Eee, çocukluk kabuğunu kırmak kolay değil. Hadi kırdın diyelim, dışarıda olup bitenlere karşı direnebilmek o kadar kolay mı? Bir tür bağışıklık sistemi geliştiriyor insan seneler geçtikçe, olaylardan olaylara sürüklendikce. Yaşanmışlardan kalkan örmeye başlıyor kendine, kazanılmışları korumak için; değnek yapıyor kendine, olası tökezlemelerde tutunabilmek için; ve farkında olmadan yeni bir insanın doğuşuna zemin hazırlıyor aynı zamanda. Bir tohumdu zamanında, ama ağaç oluveriyor zamanla ve meyve vermek için mevsimi bekliyor… Muhabbet tohumuyken yeşerip aşk meyvesi sunan bir ağaç olabilmektir belki de tüm bu uğraşıların amacı, kim bilir…
Bu süreçte önemli olan şey geçtiğin sürecin farkında olmaktır bence. Hayatımız bir bahçe, biz de çocukluk kabuğunu kırmış ve o bahçeye çiçek tohumları eken bir bahçıvan olma sorumluluğunu artık üstlenmiş bireylersek şayet, yapabileceğimiz en güzel şey sabretmesini bilmektir herhalde. “Bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliği”ne itilmek yerine, kara bulutlara rağmen güneşi görmelerini sağlamaktır. Gülümseyebilmektir çiçeklere, onların mutluluğu için, onların geleceği için. Zira çiçeklerdir güneşle konuşacak olan, yerle gök arasında köprü oluşturacak olan, seni senden öteye götürecek, yaradana armağan olarak sunulacak olan… Senin bahçen, senin meyvendir. Marifet mevsimini bilmekte, sabretmekte, sahip çıkmasını bilmektedir…
Öyle işte… Burada saat sabah 4:00 oldu…
Altı sene önce bavulumu alıp İstanbul otobüsüne binmemi, sınırda kuyrukta saatler süren heyecanlı bekleyişi, İstanbul’a gidişimi (“gelişimi” yazmayı ne çok isterdim) ve ilk gün Cevizlibağ’da evinde kaldığım arkadaşın 17. kattaki evinin camından İstanbul’u izleyişimi hiç unutamıyorum. 17 sene sonra ailemden ve memleketimden uzakta, gurbet elde ilk kez yalnız başınaydım ve o an İstanbul beni yutacakmış gibi olmuştu. Bizim evde balkona çıkınca karşıda dağlar görünür; küçük bir yer, ufkun dağlarla sınırlıdır. İstanbul’u izlerken göz alasıya uzayan, ta ufuk çizgisine kadar devam eden ve bitmek bilmeyen bir hareketliliğin içinde olduğumu hissetmiş, korkmuş, ürkmüştüm. Çaresizlik girdabındaymışım gibime gelmişti ve gözlerim dolmuştu… Bugün annem ilk kez bana gidişimin onu nasıl etkilediğini anlattı. Anlatırken bir anda sesi titredi ve gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. “Sen daha çocuktun be, aldın bavulunu gittin gurbet ele. Elimde olsaydı, bırakır mıydım hiç? Sensizliğin acısını gömdüm içime senelerdir.” dedi ve altı sene önceki çaresizlik içinde İstanbul’u seyredişimi hatırlattı bana…
Zozan’ın yazısını okuyunca aklıma Yılmaz Erdoğan’ın Yaşayabilme İhtimali şiiri geldi. “Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan” diyor şiirde. Kendisi her neyi kastetmişse de, bu bana hep hayatımın yukarıda bahsettiğim dönemini çok güzel bir şekilde özetlenmiş hali gibi geliyor. Belki de herkesin çocuk olmaktan vazgeçtiği, vazgeçmek zorunda kaldığı an vardır ve unutmaz o anı hiçbir zaman; araya yıllar girse bile… Evet, çocuk olmaktan vazgeçtik, mecburduk çünkü. Hayallerimiz vardı, hiç de küçük olmayan hayaller. Onları gerçekleştirmek için kabuğu kırmak zorundaydık. Çocuk olmaktan vazgeçtik ama büyümek ve olgunlaşmak hiç de öyle kolay değilmiş, hiçbir zaman da olmadı zaten. Bir sürü şeyle karşılaşıyor insan; her biri bir tokat gibi değip insanı sağa sola savursa da, olgunlaşmasına, yere sağlam basmasına ve böylece hayallerine adım adım yaklaşmasına yardımcı oluyor nitekim… Ne çok düştük, ne çok üzüldük, ne çok hayal kırıklığına uğradık ve ne çok çaresizlik içinde kıvrandık. Ama her seferinde kalkmasını da bildik, yaralarımızı sarmayı öğrendik, “çaresizseniz, çare sizsiniz” lafının özünü yaşadık defalarca. Eee, çocukluk kabuğunu kırmak kolay değil. Hadi kırdın diyelim, dışarıda olup bitenlere karşı direnebilmek o kadar kolay mı? Bir tür bağışıklık sistemi geliştiriyor insan seneler geçtikçe, olaylardan olaylara sürüklendikce. Yaşanmışlardan kalkan örmeye başlıyor kendine, kazanılmışları korumak için; değnek yapıyor kendine, olası tökezlemelerde tutunabilmek için; ve farkında olmadan yeni bir insanın doğuşuna zemin hazırlıyor aynı zamanda. Bir tohumdu zamanında, ama ağaç oluveriyor zamanla ve meyve vermek için mevsimi bekliyor… Muhabbet tohumuyken yeşerip aşk meyvesi sunan bir ağaç olabilmektir belki de tüm bu uğraşıların amacı, kim bilir…
Bu süreçte önemli olan şey geçtiğin sürecin farkında olmaktır bence. Hayatımız bir bahçe, biz de çocukluk kabuğunu kırmış ve o bahçeye çiçek tohumları eken bir bahçıvan olma sorumluluğunu artık üstlenmiş bireylersek şayet, yapabileceğimiz en güzel şey sabretmesini bilmektir herhalde. “Bilinci nasırlı bir bahçıvan çaresizliği”ne itilmek yerine, kara bulutlara rağmen güneşi görmelerini sağlamaktır. Gülümseyebilmektir çiçeklere, onların mutluluğu için, onların geleceği için. Zira çiçeklerdir güneşle konuşacak olan, yerle gök arasında köprü oluşturacak olan, seni senden öteye götürecek, yaradana armağan olarak sunulacak olan… Senin bahçen, senin meyvendir. Marifet mevsimini bilmekte, sabretmekte, sahip çıkmasını bilmektedir…
Öyle işte… Burada saat sabah 4:00 oldu…
Saturday, November 7, 2009
Hani Lotus Olacaktın
Gam keder, ansızın esip gelen bir hüzün... bir şarkı sözüyle akmaya başlayan gözyaşları, onlara eşlik eden hıçkırıklar ve okuduğun kitaba damlayan üç damla gözyaşı. ne garip değil mi? Hayatta ne kadar dik durmaya güçlü durmaya çalıştıkça yalnız kaldığında güçsüzlüğünü farketmek, bunun farkına varmak. Dik durmalıyım dedikçe yüreğinin senden bağımsız bir şekilde büzüldüğünü dahası sana rağmen sen olabildiğini gördüm az önce.
Hayatım boyunca dik durmalısın Zozan dedim kendime, lotus çiçeği gibi açılacaksın bir gün mutlaka, ama o gün hiç gelmedi dünyanın öbür ucuna geldim ama hala açılmadı bataklıkta açan lotus. Bataklıklar yoruyor, dayanamıyor lotus, korkunçluğun içinde renga renk açıveriyor, hiç beklenemdik bir şekilde mor yada beyaz, konuveriyor suyun yüzeyine. Sabancıdayken bunu başardığımı sanıyordum ama ne büyük bir yanılgıymış. Hala açılmamış. Hala bataklığın en dibinde duruyor, boğulmak üzere bir türlü küçücük bir yol yaratıp kendine yüzeye çıkıp güneşin muhteşem enejisi ve yaradanın verdiği ışıkla bulaşamıyor bir türlü. Engelleyen mi, yolunu kesen birileri mi var acaba. Yoksa aslında bütün yolları kapatmışmış kendine, kör sağırı mı oynuyoruz hep birlikte...
Hayatım boyunca dik durmalısın Zozan dedim kendime, lotus çiçeği gibi açılacaksın bir gün mutlaka, ama o gün hiç gelmedi dünyanın öbür ucuna geldim ama hala açılmadı bataklıkta açan lotus. Bataklıklar yoruyor, dayanamıyor lotus, korkunçluğun içinde renga renk açıveriyor, hiç beklenemdik bir şekilde mor yada beyaz, konuveriyor suyun yüzeyine. Sabancıdayken bunu başardığımı sanıyordum ama ne büyük bir yanılgıymış. Hala açılmamış. Hala bataklığın en dibinde duruyor, boğulmak üzere bir türlü küçücük bir yol yaratıp kendine yüzeye çıkıp güneşin muhteşem enejisi ve yaradanın verdiği ışıkla bulaşamıyor bir türlü. Engelleyen mi, yolunu kesen birileri mi var acaba. Yoksa aslında bütün yolları kapatmışmış kendine, kör sağırı mı oynuyoruz hep birlikte...
yaşamak mı dedin az önce
neymiş ki
unutalı çok oldu
kapıldık bir devrana
nerden gelip nereye gittiğimizi unuttum
kala kaldım
yapayalnız ve kimsesiz
sessizliğin derinliğinde
sensizliğin karanlığında
Subscribe to:
Posts (Atom)